YANGIN.
- fi. 🧚🏻♀️
- 22 Tem 2024
- 7 dakikada okunur
Cehennemin kapıları sonuna kadar aralandığında, içerideki boşluğa uzun bir süre baktım.
Yangın.
Görebildiğim tek şey alev alev yanan bir yangındı.
Bu cehennem, bendim.
Bu cehennem, benimdi.
Usul adımlarla içeriye doğru ilerledim. Yerden yükselen alevler adeta bir yılan gibi yavaşça bedenime dolanıyordu, umursamadım.
Ateşten yaratılanı hiçbir ateş yakamazdı.
“Sonunda geldin…”
Annemin sesi kulaklarıma dolduğunda, yorgun bakışlarımı yerden kaldırıp sesin geldiği yöne doğru çevirdim.
“Geldim.”
“Ait olduğun yere…”
Siyahlar içindeki bedeni bana doğru yaklaşırken titrek bir nefes almıştım.
“Evine hoş geldin, oğlum.”
Uzun parmakları yavaşça yanağıma dokunduğunda irkildim.
Güçlüydü.
Hem de hiç olmadığı kadar.
“Sen benim evimi yaktın.” Dedim tek nefeste.
“Sen benim evimi yakıp, o evin külleriyle birlikte beni bu cehenneme gömdün.”
Kavisli kaşları aniden çatıldığında hiçbir şey söylemeden birkaç adım ileriye gittim ve yürümeye başladım.
“Ne saçmalıyorsun sen, Tugay? Ben her ne yaptıysam ikimizin iyiliği için yaptım. Bizi öldüren o insanlardan intikamımızı aldık. Buna sevinmen gerekiyor.”
“Aldık intikamımızı, değil mi?”
Histerik bir gülüşle ona doğru döndüğümde endişe dolu bakışlarını aldırmadan konuşmaya devam ettim.
“Sen kendi intikamını aldın, anne. Beni ikinci kez öldürerek hem de.”
“Tugay…”
Bakışlarım gitgide keskinleşirken göz bebeklerimin içine doğru zehir gibi dolan göz yaşlarım, nefret duygusunu da beraberinde getiriyordu.
“Bakma bana öyle.” Diye fısıldadı annem.
“Bakma, dayanamıyorum.”
“Ne yapayım?” Zorla yutkundum.
“Çok acı çekiyorum ben, ne yapayım?”
Sözlerimi gözyaşlarım takip ettiğinde, annemin avuç içleri bir anda yüzümü iki yanından kavramıştı.
“Şhh, sakın. Yıkılamazsın sen, sen Tugay Samyeli’sin.”
“Adım batsın.” Dedim tek solukta.
Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibiydim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Nereye sığınacağımı, nereyi evim belleyeceğimi bilmiyordum.
“Buram.” Dedim kalbimi tutarak.
“Buram buram acıyor.”
“Yapma, nefretim…” Annem hıçkırarak ayaklarıma kapandığında acıyla kasıldım.
“Yalvarırım öfkem, nolursun yapma.”
Annemle birlikte ben de yere çökmüştüm.
Tugay Samyeli, düşmüştü.
Dizlerim de, kalbim gibi yaralıydı artık.
“Hani hep ben kazanırdım,yalancı?”
Boğazımdan kopan hıçkırıkla annemin bedeni sarsıntıyla titredi. Ne diyeceğini bilemiyordu, ne diyebilirdi ki?
Öksüz kalmış bir çocuğu, hangi cümle iyi edebilirdi?
“Bu sefer neden kaybettim? Kaybedeceğimi bile bile neden bu savaşın içine girdim?”
“Ben…” Dedi annem hıçkırıklarının arasından.
“Ben ona bu denli aşık olacağını tahmin edemedim oğlum, özür dilerim…”
Derin bir nefes alıp yavaşça doğruldum ve annemi de kollarından tutarak yerden kaldırdım. Gözyaşlarım cayır cayır yanan tenimde hızla kuruduğunda buruk bir tebessümle annemin kurumayan gözyaşlarını sildim.
“İçimdeki bu yangın sönmeden seni affedemem, anne. Evimi yeniden inşa edene kadar seni affedemem.”
“Ama…” Dedi annem titreyen dudaklarının arasından.
“Ona tekrar gidersen…” Yutkunmakta zorlandığını anladığım anda anneme sıkıca sarılıp başımı omzuna yaslayarak gözlerimi yumdum.
“İşte o zaman seni affederim.” Dedim fısıldayarak.
“Peki ya sen, sen beni affedebilir misin?”
***
Züleyha’dan…
Tenim sıcak güneşin altında kavrulurken, yürüdüğüm yolda biraz soluklanmak adına denk geldiğim ilk banka oturdum ve gözlerimi yumarak derin nefesler almaya başladım. Gezmediğim sahaf, gitmediğim eskici kalmamıştı. Ne hastanedeki o adama, ne de annemin bahsettiği o deftere ulaşabiliyordum. Tekrardan derin nefes alıp gömleğimin ön düğmelerinden birkaç tanesini açtım. Düşünmem, iyice odaklanmam gerekiyordu. Nerede olabilirdi?
“Defter… Defter…” diye mırıldandım kendi kendime. Sanki birisinin bana cevabı söyleyeceğini hissediyormuş gibiydim.
Bir anda olduğum yerde sıçrarken saniyelik olarak etrafa bakındım. Bedenim sadece bir anlığına bile olsa eski evimize gidip geldiğinde, başımı olumsuzca iki yana sallamış, alnımı tutarak bulunduğum yerde bir ileri bir geri adımlamıştım.
Annemler öldüğünden beri, daha doğrusu komadan uyandığımdan beri o eve hiç gitmemiştim, gidemiyordum. Ama defterin orada olduğuna dair olan inancım, beni oraya sürüklemek için yeterli bir sebep olacak gibi gözüküyordu. Her ne kadar nasıl yapacağımı, oraya nasıl gideceğimi bilemesem de çoktan sokağın başına park ettiğim arabama doğru ilerlemeye başlamıştım bile. Korkumu baskılayan, her adımımda daha da kuvvetlenen bu hissiyatın adını tam olarak bilemesem de, beni şu anda diri tutabilecek tek duygunun o olduğunu biliyor, asla sorgulamadan o duygunun arkasına sığınmakla yetiniyordum.
Defter, oradaydı.
Ve o defteri bulduğumda, hiç ama hiç iyi şeyler olmayacaktı.
***
Yaklaşık kırk dakikadır, arabanın içinde öylece oturuyor, girmeye bir türlü cesaret edemediğim o evi izliyordum. Korkularım tekrardan gün yüzüne çıkmış, beni oturduğum koltuğa adeta zamklamıştı.
Evin çatısında duran karga sürüsü sanki içimde kopan çığlıkları duymuşçasına aniden uçup gittiğinde derin bir nefes aldım ve karın boşluğuma yediğim tekme hissiyle arabanın kapısını yavaşça açtım. Dışarıya attığım ilk adımda arabaya geri dönmek istesem de yapmadım. Bu yolun geri dönüşü yoktu.
Bir diğer adımımı da bir öncekiyle aynı yavaşlıkta atıp doğruldum ve arabanın kapısını kapatıp evi daha net inceledim. Neredeyse yıkılacak gibiydi ama bir o kadar da sağlamdı. Dolan gözlerimin arasına bıraktığım minik bir tebessümle aralanmış kapıya doğru usul adımlarla ilerlemeye başladım. İçeride ne göreceğimi ne yaşayacağımı bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey, bu kapıdan çıktıktan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı.
Adımlarım sonunda aralanık kapının önüne vardığında gözlerimi yumdum ve elimi kapıya yasladım. Bir anda bulanıklaşan görüntünün ardından gözlerimi açtığımda salonun ortasındaydım.
“Buradasın, biliyorum.”
Yolun başından beri, onunlaydım. Kim olduğunu bilmediğim, her şeyi başlatan o adamlaydım.
Bakışlarım usulca salonda gezinirken gözüme çarpan beyaz çarşaflarla tebessüm ettim. Annemin beni dizlerine yatırıp masal okuduğu o koltuk, babamın hemen baş ucumuzda çaldığı piyano… Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken titrek bir iç çekip babamın piyanosuna doğru adımladım. Örümcek ağlarıyla sarılı piyanoyu özenle temizlerken, artan hıçkırıklarım ve kesilen nefesim umurumda olan en son şey bile değildi.
Titreyen bedenimi hiçe sayarak piyano taburesine oturdum ve piyanonun kapağını yavaşça kaldırdım. Kapağı kaldırdığım an havalanan toz bulutu ardında kurumuş kanla kaplı piyano tuşlarını bırakmıştı. İstemsizce buruşturduğum yüzümü hızlıca diğer tarafa çevirdim ve ardı ardına gelen hıçkırıklarımın arasından dökülen şiddetli gözyaşlarımı bastırmak adına sağ elimi dudaklarımın üzerine kapattım. Bedenim her hıçkırığımda öne doğru eğilirken alnım, piyano tuşlarıyla buluşmuş, parmaklarımı da yavaşça tuşların üzerine yerleştirmiştim. Parmaklarım, tamamen kontrolüm dışında o besteyi çalmaya başladığında, başımı tuşlardan zar zor kaldırdım.
Erik Satie – Gnossienne No.1
Babamın çalmayı en çok sevdiği beste. Babam her çaldığında, içimde büyüttüğü o huzuru bana iliklerime kadar hissettiren o beste.
Ve ölmeden saniyeler önce çaldığı o son beste.
Zihnimde çınlayan sesleri susturmak adına tuşlara daha da sert basıyor, var gücümle piyanoya yükleniyordum. Piyano tuşlarında ölümcül bir hızla dans eden parmaklarıma bulaşan kan lekelerini umursamadan çalıyor, çalıyor ve çalıyordum. Sanki tuşlara her bastığımda zamanda geriye gidiyor gibiydim. Sanki tuşlara her bastığımda, annemle babam ölmemiş gibiydi. Sanki tuşlara her bastığımda, o adam…
Aniden piyanonun kapağı gürültülü bir şekilde düştüğünde parmaklarımı son anda geriye çekebilmiş, girdiğim trans halinden saniyeler içerisinde çıkmıştım. Parmak uçlarımdan süzülen kan damlaları üzerime damlarken gözlerimi yumdum ve parmaklarımı kapağın üzerine sürtüp kan damlalarından kurtulmaya çalıştım.
Ama kurtulamadım.
Bu kan damlaları parmak uçlarımda değildi.
Bu kan damlaları, kalbimin en ücra köşelerine yer etmişti.
Ne yapsam da onlardan kurtulamayacaktım, aynı o adamdan kurtulamadığım gibi.
“Sen yaptın, değil mi?”
Bakışlarım, sanki etrafta birini ararmışçasına gezinirken oturduğum yerden doğruldum ve ilerlemeye başladım.
“Sen yaptın.”
Varlığını hissedebiliyor, ama onu göremiyordum. Elimi atsam dokunacak gibiydim. O kadar yakınımdaydı ve her hareketimi izliyordu. Biliyordum.
“Defter, defter nerede?”
Titreyen dudaklarımın arasından dökülen bu iki kelime boş evin içinde yankılanırken, bakışlarımla hâlâ onu arıyordum. Bodrum kattan gelen tıkırtı sesiyle bir anda duraksadım ve bakışlarımı usulca o yöne doğru çevirdim.
Bana neden yardım ettiğini bile bilmediğim o şey her neyse, şu anda ona güvenmekten başka çarem yoktu. Adımlarım yavaşça bodrum katın merdivenlerine doğru ilerlerken, içimde büyüyen korkuyu bastırmakta güçlük çekiyordum. Sanki birisi kalbimi avuçlarının içine alıyor ve her adımımda sıkıp bırakıyordu.
Sonunda bodrum kapısının önüne vardığımda uğuldamaya başlayan kulaklarım, doğru yerde olduğuma işaret eder gibiydi. Derin bir nefes aldım ve kapının kolunu kavrayıp aşağıya doğru indirerek usulca açtım. Kapıyı ittirdiğimde ise içeride gördüğüm manzara, kalbimin daha şiddetli atmasına sebebiyet vermişti.
“A-Ama bu…”
Odanın içi adeta bir yangın yeriydi. Her yer simsiyah isle kaplıydı ve neredeyse hiçbir şey sağlam değildi.
“Yangın..” Dudaklarımdan zorlukla dökülen tek kelime buydu. Nasıl olmuştu da koskoca evde, sadece bu oda yanmıştı?
Odanın içinde attığım her adımda ciğerlerime dolan rutubet ve is kokusu her ne kadar zihnimi bulanıklaştırsa da, işler tahmin ettiğimden çok daha farklı bir yöne doğru çekilmişti. Ve tüm bunların cevabı yanmış olan o defterdeydi.
Zaten yanmış olan bu odada, bakabileceğim yerlerde sınırlıydı. İçimdeki umudun son taneleri de bedenimi terk etmek üzereyken gözüme takılan sandıkla duraksamış, adımlarımı hızlıca o yöne doğru yönlendirmiştim. İs kaplı sandığa doğru eğildiğimde, sandığın kapağına vurulmuş kilide uzun uzun baktım.Belki de bu sandık, benim hayatımı kurtaran tek şeydi.
Ya da hayatımı mahveden tek şey.
Kilidi nasıl açacağıma dair düşünceler zihnimin bir köşesini kemirmeye başladığında, ansızın iki göğsümün arasında hissettiğim soğuklukla irkildim ve annemin bana taktığı kolyeyi hatırladım. Hızlıca boynumdan çıkarttığım kolyenin uç kısmını kavradığımda ise annemin bunca şeyi nasıl önceden tahmin edip kusursuzca hazırladığını düşünmeden edememiştim. Bu işin sonunda gerçekleri öğrendiğimde umarım onun tarafında olurdum. Çünkü hislerim, bu gidişattan hiçbir şekilde memnun kalmıyordu.
Titreyen parmaklarımla anahtarı asma kilide doğru götürdüm ve birkaç denemenin ardından pas tutmuş kilidi açmayı başardım. Kilitten kurtulduğum anda vakit kaybetmeden sandığın kapağını da kaldırdığımda, göz göze geldiğim o defter, bütün gerçeklik algımın yıkılmasına sebep olmuştu. Bir anda etrafımda yükselen toz bulutu, tüm odayı kapladığında, artık bulunduğum yerin aynı yer olmadığını biliyordum. Bakışlarımı bir saniye bile defterden çekmezken, dudaklarımı aralayıp buruk bir tebessümün eşliğinde sakince konuşmaya başladım.
“Bu defteri bulmamam gerekiyordu, değil mi?”
“Bulmaman gerekiyordu.”
Duyduğum o tanıdık sesle bakışlarımı yavaşça defterden ayırdım ve tam arkamda duran o adama doğru çevirdim.
“O hâlde, neden bana yardım ettin? Neden ikimizi de bile bile bu yangının peşinden sürükledin?”
“Göğsündeki izin anlamını merak ettin mi hiç?”
İstemsizce duraksadığımda, her ne kadar kendi soruma cevap alamamış olsam da karşılığında duyduğum soru, beni daha da çok korkutmuştu. O ise karanlıkların arasından süzülüp görüş alanıma tam anlamıyla girmiş, gözlerimin içine bakarak konuşmaya devam etmişti.
“Züleyha’m, ruh-u revânım… Sen, benim cehennemimde açan tek çiçek, kalbimde yanan tek gerçeksin.”
Bakışları ve bedeni yüzüme daha da yaklaştığında, yutkunmakta zorluk çekiyordum. Sanki o bana her yaklaştığında, dudaklarım hiç bilmediğim o adı sayıklamak istiyor gibiydi. Sıcacık parmakları yanağıma dokunduğunda sertçe yutkundum ve yanağımdan süzülen birkaç damla yaşın ardından gözlerimi yumdum.
“Zakkum cehennem çiçeğidir Züleyha, sen benim cehennemimde yetiştirdiğim en zehirli çiçeksin. Şimdi söyle bana, hangi ateş seni yakabilir, ya da hangi yangın, seni benden koparabilir?”
“Sen.” Dedim ürkek bir ses tonuyla. Sanki o konuştukça, bulanıklaşan zihnimde bir şeyler netleşiyor, adeta kırık cam parçaları gibi etrafa saçılmış hafızam yavaş yavaş eski haline dönüyordu.
“Sen… Beni kendinden koparan en büyük yangın sendin.”
“Sen, sen beni uçurumdan aşağıya ittin…”
Bakışlarımdaki hayal kırıklığının keskin parçaları göz bebeklerime batmaya başladığında, olduğum yerden hızlıca doğruldum ve birkaç adım gerileyip karşımda diz çöken o adama bakmaya devam ettim.
“Seni asla affetmeyeceğim, hem de asla.”
***
“Özür dilerim sevgilim, hiçbir zaman affetme beni…”
Züleyha gittiğinden beri dudaklarımdan dökülen tek cümleydi bu. Ve tam şu anda, burada o karşımdayken anlamını yitirmişti.
“Beni affetmek zorunda değilsin, senden tek isteğim sadece bu defteri alman. Benim için değil, annen için.”
“İstemiyorum, yalan söylüyorsun. Annem için falan değil, kendi çıkarların için o defteri almamı istiyorsun.”
“Züleyha…” Diz çöktüğüm yerden doğruldum ve ona doğru yavaşça adımladım. O ise bedenini hızla geriye çekip istemsizce kasılmama sebep olmuştu. Sevdiğim kadını bu kadar mı korkutmuştum? Gözlerindeki korku ve nefret kalbime adeta bir hançer gibi saplanırken, bakışlarımdaki çaresizlikle birlikte olduğum yerde duraksadım.
“Bana yine aynı şeyleri yaşatacaksın. Beni yine o zindana sokacaksın!”
Gözlerindeki korku gitgide büyürken biraz daha geriye doğru adımladığında arkasındaki boşluğa baktım. Eğer bir adım daha atarsa, hiçliğin içindeki o boşluğa düşecekti. Ve bu ilk defa olmayacaktı.
“Züleyha, dur... Sakın bir adım daha atma.”
Ben daha cümlemi bitiremeden son adımını da attığında, tahta parçasının ucunda sarsılan bedenine bakıp hızlıca öne doğru atıldım ve belinden sıkıca kavrayıp onu kendime doğru çektim. İkimizin de bakışları aynı anda o boşluğa kilitlenirken, nefes seslerimiz birbirine karışıyordu. Bakışlarımı boşluktan çekip onun yüzüne sabitlediğimde ise korkuyla yutkundum ve kulağına doğru eğilip çaresizce fısıldadım.
“Sana söz veriyorum, bir daha asla o boşlukta süzülmene izin vermeyeceğim Züleyha. Seni defalarca itecek olan o kişi ben olsam dahi buna asla izin vermeyeceğim,asla.”



Yorumlar